Kalplerden korkunun alındığı gece

Boğaziçi Köprüsü’nün askerler tarafından kapatıldığı haberini, tabiatımız gereği hayra yormaya çalıştık. Malum; PKK, DEAŞ, DHKPC ve bilumum terör odaklarının her gün bir yerlerde bombalar patlattığı dönemdi… Acaba dedik, bir bombalı araç ihbarı alındı da, askerler köprüyü kontrol amaçlı mı tuttular? Çok geçmedi, kötü haber geldi. Bir darbe girişimi başlatılmıştı. İşte o andan itibaren içimin daraldığını, kalbimin sıkıştığını hissettim. Çok geçmeden, kalkışmanın FETÖ hainleri tarafından geldiğini ve sadece bir darbe değil, aynı zamanda Türkiye’nin ‘işgalini’ hedeflediğini idrak ettik. Gece yarısına doğru, tüm Ankara’da bir insan hareketliliği başladı. Evet, Türk Askeri üniformasına bürünmüş hainler, milletin uçakları, tankları, topları ve sair silahlarıyla, yine Türk Milleti’ne ateş ediyor, katliam yapıyordu. BU DEFA DURUM FARKLIYDI Fakat millet de sinip, evinde oturmaya, kurbanlık koyun gibi beklemeye niyetli değildi. Henüz Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın direniş çağrısı gelmemişti. Halkımız, nereye gideceğini, ortaya nasıl bir tepki koyacağını bilmese de, bir şeyler yapma gereğini duymuş, kendini sokaklara atmış, kentlerin merkezine doğru ilerlemeye başlamıştı. Eşim Necla Hanım ve kızlarım Aybike ile Ceylan, “Hadi baba, biz de gidelim…” dedi. O an aklıma, ekmeğimizi kazandığım işim, almamız gereken kurumsal tavır ve muhatabı olduğumuz kitleye yapmamız gereken çağrı görevi düştü. Hane halkımız, biraz da benim ‘ayak sürüdüğümü’ zannedip, harekete geçmemiz için ısrarcı olurken, ben telefona sarıldım. O dönemde Basın Müşaviri olarak çalıştığım Öz Orman-İş Sendikası’nın Genel Başkanı Settar Aslan ve Genel Başkan Yardımcısı Ali Bilgin’i aradım. Yöneticilerim de öyle düşünüyordu: Direnecek ve tüm üyelerimize direniş çağrısı yapacaktık. Aile fertlerim giyinmiş, ısrarla benim bilgisayarın başından kalkmamı bekliyordu. Onlara, “Emin olun ki, şu anda yapmaya çalıştığım şeyler, sokakta bedenimizle direnmekten daha etkilidir. Az daha sabredin…” dedim. Sonra, darbe girişimine karşı kurumsal direniş bildirimizi hazırladım. Genel Başkan Settar Aslan’dan onay aldıktan sonra, direniş çağrımızı kurumsal web sitemize koydum. Sonra, Öz Orman-İş’in 30 bin üyesine, darbeye direniş tavrımızı içeren kısa mesaj attım. Ardından, direniş bildirimizi bir basın açıklaması haline getirerek, tüm ulusal ve yerel medya unsurlarına gönderdim. BAŞKOMUTAN MEYDANLARA ÇAĞIRDI Bu arada, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, darbeye direniş için Türk Milleti’ni meydanlara çağıran açıklaması geldi. Meslekî görevimi yaptıktan sonra, aile fertlerimi de alarak, önce Sincan istikametine yönlendim. Ahalinin şehir merkezine doğru aktığını görünce, biz de aracımızla o tarafa yönlendik. Bu arada, telefonla konuştuğumuz, o dönem Diyarbakır’da yaşayan diğer kızım Gökçe’nin de sokaktaki direnişe katıldığını öğrendik. Kızılay istikametinde, Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne yaklaştığımızda, trafik tamamen kilitlenmiş, herkes aracından inmişti. Emniyet Müdürlüğü tarafından gelen, üstü başı çamur ve perişan haldeki bazı gençler, bekleyenlere, “Biz Emniyet Müdürlüğü’nü emniyete aldık, sizler yürüyerek Kızılay’a gidin…” diyordu. Aracı güçlükle Konya Yolu’na çıkarıp, kenara bir yere park ettim. O anda bir EGO otobüsü hemen yanımızda durdu, vatandaşlar araca doluşmaya başladı. Biz de öyle yaptık. Aracın Beşevler üzerinden Kızılay’a gideceğini umarken, şoför hepimizi Külliye’nin Yenimahalle yönündeki girişine doğru götürdü. Külliye önünden geçen caddeye vardığımızda, artık ilerleme imkânı yoktu. Binlerce vatan evladı oraya akmış; Külliye çevresinde ve oraya ulaşan yollarda, bedenleriyle barikatlar kurmuştu. F-16’LAR TEPEMİZDE GEZİNİRKEN Eşim ve kızlarımla birlikte, ben de o barikatın bir parçası oldum. Tepemizden sık sık F-16’lar uçuyor, o uçakları çalmış olan hainler tam üzerimizden geçerken, uçağa sonik patlamalar yaptırıyordu. O patlamaları, bir yerlere bomba atıldığı şeklinde algılıyorduk. Yakımızdaki polis aracından, arada bir “Yolu açın lütfen, ambulans geçecek…” gibi duyurular yapıldığı gibi; bazen de, “Kimse dağılmasın! Tehlike geçmedi. Yanında silahı olan varsa, gerektiğinde kullanmaktan çekinmesin…” gibi anonslar yapılıyordu. Ve tepemizdeki sonik patlamalar dinmek bilmiyor; buna karşın Külliye önündeki insan bedeninden müteşekkil koruma kalkanı zayıflamıyordu. Haberleri dinliyorduk. Yurdun birçok noktasından, bombalama ve tüfekle tarama sonucu şehit olan veya yaralanarak gazi olan insanlarımızın haberleri geliyordu. TBMM bombalanmış; Gölbaşı Özel Harekât Merkezi’ne atılan büyük bombalarla onlarca vatan evladımız şehit edilmişti. Biliyorduk ki, yakınında bulunduğumuz Külliye de her an bombalanabilir. Gözü dönmüş hainler, bizim üzerimize de bomba yağdırabilir… KORKU YOKTU Peki, korkuyor muyduk? Hayır, asla!.. Gün ağardığında, ortalık biraz yatışmış, vatan hainlerinin tepemizdeki F-16 uçuşları azalmıştı. Külliye önündeki onbinler de, görevlerini hayatlarını riske atma

Kalplerden korkunun alındığı gece




Boğaziçi Köprüsü’nün askerler tarafından kapatıldığı haberini, tabiatımız gereği hayra yormaya çalıştık. Malum; PKK, DEAŞ, DHKPC ve bilumum terör odaklarının her gün bir yerlerde bombalar patlattığı dönemdi… Acaba dedik, bir bombalı araç ihbarı alındı da, askerler köprüyü kontrol amaçlı mı tuttular? Çok geçmedi, kötü haber geldi. Bir darbe girişimi başlatılmıştı. İşte o andan itibaren içimin daraldığını, kalbimin sıkıştığını hissettim. Çok geçmeden, kalkışmanın FETÖ hainleri tarafından geldiğini ve sadece bir darbe değil, aynı zamanda Türkiye’nin ‘işgalini’ hedeflediğini idrak ettik. Gece yarısına doğru, tüm Ankara’da bir insan hareketliliği başladı. Evet, Türk Askeri üniformasına bürünmüş hainler, milletin uçakları, tankları, topları ve sair silahlarıyla, yine Türk Milleti’ne ateş ediyor, katliam yapıyordu. BU DEFA DURUM FARKLIYDI Fakat millet de sinip, evinde oturmaya, kurbanlık koyun gibi beklemeye niyetli değildi. Henüz Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın direniş çağrısı gelmemişti. Halkımız, nereye gideceğini, ortaya nasıl bir tepki koyacağını bilmese de, bir şeyler yapma gereğini duymuş, kendini sokaklara atmış, kentlerin merkezine doğru ilerlemeye başlamıştı. Eşim Necla Hanım ve kızlarım Aybike ile Ceylan, “Hadi baba, biz de gidelim…” dedi. O an aklıma, ekmeğimizi kazandığım işim, almamız gereken kurumsal tavır ve muhatabı olduğumuz kitleye yapmamız gereken çağrı görevi düştü. Hane halkımız, biraz da benim ‘ayak sürüdüğümü’ zannedip, harekete geçmemiz için ısrarcı olurken, ben telefona sarıldım. O dönemde Basın Müşaviri olarak çalıştığım Öz Orman-İş Sendikası’nın Genel Başkanı Settar Aslan ve Genel Başkan Yardımcısı Ali Bilgin’i aradım. Yöneticilerim de öyle düşünüyordu: Direnecek ve tüm üyelerimize direniş çağrısı yapacaktık. Aile fertlerim giyinmiş, ısrarla benim bilgisayarın başından kalkmamı bekliyordu. Onlara, “Emin olun ki, şu anda yapmaya çalıştığım şeyler, sokakta bedenimizle direnmekten daha etkilidir. Az daha sabredin…” dedim. Sonra, darbe girişimine karşı kurumsal direniş bildirimizi hazırladım. Genel Başkan Settar Aslan’dan onay aldıktan sonra, direniş çağrımızı kurumsal web sitemize koydum. Sonra, Öz Orman-İş’in 30 bin üyesine, darbeye direniş tavrımızı içeren kısa mesaj attım. Ardından, direniş bildirimizi bir basın açıklaması haline getirerek, tüm ulusal ve yerel medya unsurlarına gönderdim. BAŞKOMUTAN MEYDANLARA ÇAĞIRDI Bu arada, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, darbeye direniş için Türk Milleti’ni meydanlara çağıran açıklaması geldi. Meslekî görevimi yaptıktan sonra, aile fertlerimi de alarak, önce Sincan istikametine yönlendim. Ahalinin şehir merkezine doğru aktığını görünce, biz de aracımızla o tarafa yönlendik. Bu arada, telefonla konuştuğumuz, o dönem Diyarbakır’da yaşayan diğer kızım Gökçe’nin de sokaktaki direnişe katıldığını öğrendik. Kızılay istikametinde, Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne yaklaştığımızda, trafik tamamen kilitlenmiş, herkes aracından inmişti. Emniyet Müdürlüğü tarafından gelen, üstü başı çamur ve perişan haldeki bazı gençler, bekleyenlere, “Biz Emniyet Müdürlüğü’nü emniyete aldık, sizler yürüyerek Kızılay’a gidin…” diyordu. Aracı güçlükle Konya Yolu’na çıkarıp, kenara bir yere park ettim. O anda bir EGO otobüsü hemen yanımızda durdu, vatandaşlar araca doluşmaya başladı. Biz de öyle yaptık. Aracın Beşevler üzerinden Kızılay’a gideceğini umarken, şoför hepimizi Külliye’nin Yenimahalle yönündeki girişine doğru götürdü. Külliye önünden geçen caddeye vardığımızda, artık ilerleme imkânı yoktu. Binlerce vatan evladı oraya akmış; Külliye çevresinde ve oraya ulaşan yollarda, bedenleriyle barikatlar kurmuştu. F-16’LAR TEPEMİZDE GEZİNİRKEN Eşim ve kızlarımla birlikte, ben de o barikatın bir parçası oldum. Tepemizden sık sık F-16’lar uçuyor, o uçakları çalmış olan hainler tam üzerimizden geçerken, uçağa sonik patlamalar yaptırıyordu. O patlamaları, bir yerlere bomba atıldığı şeklinde algılıyorduk. Yakımızdaki polis aracından, arada bir “Yolu açın lütfen, ambulans geçecek…” gibi duyurular yapıldığı gibi; bazen de, “Kimse dağılmasın! Tehlike geçmedi. Yanında silahı olan varsa, gerektiğinde kullanmaktan çekinmesin…” gibi anonslar yapılıyordu. Ve tepemizdeki sonik patlamalar dinmek bilmiyor; buna karşın Külliye önündeki insan bedeninden müteşekkil koruma kalkanı zayıflamıyordu. Haberleri dinliyorduk. Yurdun birçok noktasından, bombalama ve tüfekle tarama sonucu şehit olan veya yaralanarak gazi olan insanlarımızın haberleri geliyordu. TBMM bombalanmış; Gölbaşı Özel Harekât Merkezi’ne atılan büyük bombalarla onlarca vatan evladımız şehit edilmişti. Biliyorduk ki, yakınında bulunduğumuz Külliye de her an bombalanabilir. Gözü dönmüş hainler, bizim üzerimize de bomba yağdırabilir… KORKU YOKTU Peki, korkuyor muyduk? Hayır, asla!.. Gün ağardığında, ortalık biraz yatışmış, vatan hainlerinin tepemizdeki F-16 uçuşları azalmıştı. Külliye önündeki onbinler de, görevlerini hayatlarını riske atma pahasına yapmış olmanın huzuruyla, yavaş yavaş evlerine yöneliyordu. Gidip aracımızı alayım, aile fertlerimi eve bırakayım dedim. Ankara Emniyeti önüne vardığımda, şimdilerde Gazze’den aşina olduğumuz bina görüntüleriyle karşılaştım. Fakat aracımız 200 metre kadar uzakta olduğundan, başına bir şey gelmemişti. Aile fertlerimi almak üzere tekrar Külliye tarafına ulaştım. Araçtan inip, menzile doğru ilerlerken, çok büyük bir patlama sesi geldi, hemen yakınımızdan. Saat 06:20 gibiydi… Sonra bir büyük patlama daha… “Eyvah!... Çok can yitti…” diye inledim. Evet… Hainler, başarısızlığa uğradıkları halde, son bir şerefsizlik daha yapıp, Külliye ile Jandarma Komutanlığı arasındaki Beştepe Kavşağı civarına atmıştı, o son iki bombayı. Sonrasında sessizlik hâkim oldu. Eşimi ve kızlarımı alıp eve bıraktım. Birkaç lokma bir şeyler atıştırdıktan sonra, Balgat’taki işyerime ulaştım. DARBELER PARANTEZİ KAPANDI O arada Genel Başkan Settar Aslan da kuruma geldi. Hak-İş Genel Başkanı Mahmut Arslan yurtdışında olduğundan, konfederasyon başkanlığına da Settar Bey vekâlet ediyordu. Oturup bir bildiri hazırladık. Dedik ki; “Türk Milleti, 100 yıllık darbeler parantezini kapatmıştır…” Başlığın altını, kamuoyuna dönük bir açıklamayla doldurduk. Hak-İş Genel Merkezinde diğer sendika yöneticileriyle buluşup, doğruca TBMM’ye intikal ettik. Meclis İdare Amiri Salim Uslu’yu ziyaretle, onun şahsında TBMM’ye geçmiş olsun dileklerimizi ilettik. Meclis’in bombalanan mekânlarını dolaştık; vahametin boyutlarını gördük. Meclis bahçesinde, atılan bombalardan birisin açtığı çukurun önünde, Memur-Sen yöneticileriyle birlikte, darbeye karşı basın açıklamamızı yaptıktan sonra, oradan ayrıldık. Gerisi uzun hikâye… KALPLERDEN KORKUNUN ALINDIĞI GECE Peki, ülke için ‘tarihin kırılma ânı’ olan o 15 Temmuz’u 16’ya bağlayan gecenin bizler için en önemli ‘duygu boyutu’ neydi? Bu meseleyi uzun zaman düşündüm. Günlük hayatımızda, akşam vakti sokaktan bir silah sesi gelse, bizler hemen aile fertlerimizi pencerelerden uzaklaştırırız. Bir kör kurşunun gelip bizi bulmasından korkarız. Fakat… Vatan hainlerinin, meydanlarda toplanan kalabalıkların üzerine bomba yağdırdığı, TBMM’yi bombaladığı, Özel Harekât Merkezi’nde 50 vatan evladını 650 kiloluk helyum bombalarıyla ‘erittiği’ bir vasatta, eşimiz ve çocuklarımızla birlikte, bomba yağan meydanlara koşmuştuk. Ve korkmuyorduk… Bir zaman sonra fark ettim ki; Yüce Allah, 15 Temmuz gecesi, bizim ve meydanlara akan milyonların kalbindeki ‘ölüm korkusunu’ gidermişti. İç dünyamı yokladığımda, o uzun geceden bu yana, kalbimdeki ölüm korkusunun beni terk ettiğini hissediyorum. Allah Türk Milleti’ni bir kez daha ‘15 Temmuz Kahramanlığına’ mecbur etmesin. Fakat böyle bir şey tekrarlanırsa, biliyorum ki; 15 Temmuz 2016’da meydanlara ‘ölmek üzere’ inen milyonlar, bu defa ölmek için değil, hainleri gömmek için inecektir. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın.