Memleketimizde hiç ara vermeyen, biri bitince diğeri başlayan sıra dışı aksiyonlara iyice alıştık…
Artık karşımıza ne çıkarsa çıksın, hepimiz adeta havası alınmış bir balon gibiyiz…
Ne batan iğneden, ne de üzerimize atılan taşlardan herhangi bir korkumuz veya kaygımız yok…
Tabir ne kadar doğru bilmem ama; milletçe uzun yıllardan beri salt diken ucunda yaşanan ya da yaşatılan bir hayatın müdavimi olduk…
Son günlerde siz de mutlaka fark etmişsinizdir; ani kalp rahatsızlıklarından ölen genç insan sayısı öyle arttı ki!...
Her ne kadar bazıları, bu ölümleri “koronavirüs” aşılarına bağlasa da, bilim adamlarının ekseriyeti farklı düşünüyor…
Onlar, tümüyle stres kaynağı haline gelen toplumsal koşullarımıza dikkat çekiyorlar…
Dış politikadan iç politikaya, tamamı bıçak sırtından yürütülen siyaset…
Mesela, bir tarafın devletin bekası diye gördüğü şeye, diğer tarafın “vatana ihanet” gözüyle 180 derece tam tersten bakması…
Önü alınamayan enflasyon, hayat pahalılığı ve geçim sıkıntısı…
Sürekli artan genç işsizlik ve gelecek kaygısı…
Adalet ve liyakat gibi devletin temel dinamiklerinde meydana gelen endişe verici durumlar…
Sosyal ilişkilerdeki yozlaşmalar ve çıkar çatışmaları…
Sistem tarafından haksızlığa uğradığını düşünenlerin sayısındaki artış…
Toplum kesimleri arasında sürekli kışkırtılan gerginlik…
Sürekli zenginin ve güçlünün korunduğu, ekonominin yükünün sadece yoksulların ve dar gelirlilerin sırtına yüklendiği algısı…
Devletin millete, milletin de devlete olan güveninin azaldığına işaret eden diğer gelişmeler…
Uzmanlar, bütün bu olumsuz düşüncelerin insan sağlığını ciddi bir şekilde etkilediğine vurgu yapıyorlar…
Bunların stresi körüklediğini, stresin de en başta kalp ve bağışıklık sistemini çökerttiğini, neticede ani ölümlerin bu şekilde artış gösterdiğini söylüyorlar…
…
İki büyük dünya savaşını da kaybeden Almanya’da, savaşın sonrasında, halkın hayata ve geleceğe nasıl baktığını tespit etmek için 1950’lerde dönemin bilim adamları saha çalışması yaparlar…
Bu akademik çalışmaya, bir koltuk tamircisi tesadüfen çok önemli bir katkı sağlar…
Tamirci kendisine onarım için getirilen koltuklarda şunu sezer:
- Bazı koltukların sadece ön tarafı, bazı koltukların da tam orta yeri yıpranmıştır!
Yalnızca orta yeri yıpranan koltukların sahipleri mimar, mühendis, bankacı ve toptancı gibi meslekleri icra eden kişilerdir…
Ön tarafı yıpranmış koltuklar ise çoğunlukla doktor, öğretmen ve küçük esnafın koltuklarıdır…
Tamircinin ortaya çıkardığı gerçek şudur:
- Keyfi yerinde bir insan koltuğa yerleşerek oturur… Fakat hayatın stresini ve zorluklarını yaşayan diğer insanlar, onlar hep diken üstünde olduğundan hemen kalkacakmış gibi koltuğun önünde dururlar, arkaya yaslanmazlar!
Stres içinde yaşamak yani diken üstünde oturmak insanların hayata bağlanmasını, başka bir ifadeyle yaşama dört elle sarılmasını engeller!...
Ülkemizde bitmek bilmeyen bu sıra dışı aksiyonlar, çoğu insanı hasta etti…
Olumsuz koşulların ortadan kaldırılması hakkında “çaresizlik” duygusuna kapılan insanlar, ya kaçıp uzaklaşmaya ya da kendini bulunduğu ortama yabancılaştırmaya çalışıyor…
Hiçbirini başaramadığı takdirde de yoğun bir stresin içinde esir kalıyor!...
“Benim işime belli olmaz, hemen göçüp gidebilirim de” şeklinde özetleyebileceğimiz, “hayata tam anlamıyla tutunamamış olmanın”, yani “diken üstünde yaşamanın” fotoğrafını, Anadolu’nun tüm kasabalarında sıvası eksik, çatısı yapılmamış, bazı katları da çıkılmamış yüzbinlerce tuğlalı binada görebilirsiniz!...
Almanya’da koltukların ucunda oturanlarla, Anadolu’da bu sıvasız ve boyasız evlerde yaşayanların arasında bir fark var mı sizce?
Konuyu tartıştığım bir arkadaşım, bana hak verme bağlamında ilginç bir şey daha söyledi…
Dedi ki, bahsettiğin bu tutum; Ülkemizde park, bahçe, tuvalet ve mesire yeri gibi kamusal alanlardaki düzensizliğimizin ve duyarsızlığımızın da sebebi olmuştur!...
Bir türlü kendimizi bir şeyin sahibi olarak görememek!...
Yaşadığımız yerde kalıcı olduğumuzu fark edememek!...
Çinlilerin eskiden beri yaptığı yaygın bir duaları var:
- Bir engeli aşabilmem için gücüm olsun… Hangi engeli aşamayacağımı bilmek için de aklım olsun…
Fakat biz, aşamadığımız engellerde “köle/efendi” pozisyonuna düşüyoruz hemen… Şartlara anında teslim oluyoruz… Aklımızı ve özgürlüğümüzü bile bile kaybediyoruz…
Latin ulusların, bu çıkmazdan kurtulmak, hatta diken üstünde bile olsa yaşamaktan zevk almak için söyledikleri şu sloganla bitirelim…
“Amor Fati…!”
Yani, her şeye rağmen kaderini sev!…
Memleketimizde hiç ara vermeyen, biri bitince diğeri başlayan sıra dışı aksiyonlara iyice alıştık…
Artık karşımıza ne çıkarsa çıksın, hepimiz adeta havası alınmış bir balon gibiyiz…
Ne batan iğneden, ne de üzerimize atılan taşlardan herhangi bir korkumuz veya kaygımız yok…
Tabir ne kadar doğru bilmem ama; milletçe uzun yıllardan beri salt diken ucunda yaşanan ya da yaşatılan bir hayatın müdavimi olduk…
Son günlerde siz de mutlaka fark etmişsinizdir; ani kalp rahatsızlıklarından ölen genç insan sayısı öyle arttı ki!...
Her ne kadar bazıları, bu ölümleri “koronavirüs” aşılarına bağlasa da, bilim adamlarının ekseriyeti farklı düşünüyor…
Onlar, tümüyle stres kaynağı haline gelen toplumsal koşullarımıza dikkat çekiyorlar…
Dış politikadan iç politikaya, tamamı bıçak sırtından yürütülen siyaset…
Mesela, bir tarafın devletin bekası diye gördüğü şeye, diğer tarafın “vatana ihanet” gözüyle 180 derece tam tersten bakması…
Önü alınamayan enflasyon, hayat pahalılığı ve geçim sıkıntısı…
Sürekli artan genç işsizlik ve gelecek kaygısı…
Adalet ve liyakat gibi devletin temel dinamiklerinde meydana gelen endişe verici durumlar…
Sosyal ilişkilerdeki yozlaşmalar ve çıkar çatışmaları…
Sistem tarafından haksızlığa uğradığını düşünenlerin sayısındaki artış…
Toplum kesimleri arasında sürekli kışkırtılan gerginlik…
Sürekli zenginin ve güçlünün korunduğu, ekonominin yükünün sadece yoksulların ve dar gelirlilerin sırtına yüklendiği algısı…
Devletin millete, milletin de devlete olan güveninin azaldığına işaret eden diğer gelişmeler…
Uzmanlar, bütün bu olumsuz düşüncelerin insan sağlığını ciddi bir şekilde etkilediğine vurgu yapıyorlar…
Bunların stresi körüklediğini, stresin de en başta kalp ve bağışıklık sistemini çökerttiğini, neticede ani ölümlerin bu şekilde artış gösterdiğini söylüyorlar…
…
İki büyük dünya savaşını da kaybeden Almanya’da, savaşın sonrasında, halkın hayata ve geleceğe nasıl baktığını tespit etmek için 1950’lerde dönemin bilim adamları saha çalışması yaparlar…
Bu akademik çalışmaya, bir koltuk tamircisi tesadüfen çok önemli bir katkı sağlar…
Tamirci kendisine onarım için getirilen koltuklarda şunu sezer:
- Bazı koltukların sadece ön tarafı, bazı koltukların da tam orta yeri yıpranmıştır!
Yalnızca orta yeri yıpranan koltukların sahipleri mimar, mühendis, bankacı ve toptancı gibi meslekleri icra eden kişilerdir…
Ön tarafı yıpranmış koltuklar ise çoğunlukla doktor, öğretmen ve küçük esnafın koltuklarıdır…
Tamircinin ortaya çıkardığı gerçek şudur:
- Keyfi yerinde bir insan koltuğa yerleşerek oturur… Fakat hayatın stresini ve zorluklarını yaşayan diğer insanlar, onlar hep diken üstünde olduğundan hemen kalkacakmış gibi koltuğun önünde dururlar, arkaya yaslanmazlar!
Stres içinde yaşamak yani diken üstünde oturmak insanların hayata bağlanmasını, başka bir ifadeyle yaşama dört elle sarılmasını engeller!...
Ülkemizde bitmek bilmeyen bu sıra dışı aksiyonlar, çoğu insanı hasta etti…
Olumsuz koşulların ortadan kaldırılması hakkında “çaresizlik” duygusuna kapılan insanlar, ya kaçıp uzaklaşmaya ya da kendini bulunduğu ortama yabancılaştırmaya çalışıyor…
Hiçbirini başaramadığı takdirde de yoğun bir stresin içinde esir kalıyor!...
“Benim işime belli olmaz, hemen göçüp gidebilirim de” şeklinde özetleyebileceğimiz, “hayata tam anlamıyla tutunamamış olmanın”, yani “diken üstünde yaşamanın” fotoğrafını, Anadolu’nun tüm kasabalarında sıvası eksik, çatısı yapılmamış, bazı katları da çıkılmamış yüzbinlerce tuğlalı binada görebilirsiniz!...
Almanya’da koltukların ucunda oturanlarla, Anadolu’da bu sıvasız ve boyasız evlerde yaşayanların arasında bir fark var mı sizce?
Konuyu tartıştığım bir arkadaşım, bana hak verme bağlamında ilginç bir şey daha söyledi…
Dedi ki, bahsettiğin bu tutum; Ülkemizde park, bahçe, tuvalet ve mesire yeri gibi kamusal alanlardaki düzensizliğimizin ve duyarsızlığımızın da sebebi olmuştur!...
Bir türlü kendimizi bir şeyin sahibi olarak görememek!...
Yaşadığımız yerde kalıcı olduğumuzu fark edememek!...
Çinlilerin eskiden beri yaptığı yaygın bir duaları var:
- Bir engeli aşabilmem için gücüm olsun… Hangi engeli aşamayacağımı bilmek için de aklım olsun…
Fakat biz, aşamadığımız engellerde “köle/efendi” pozisyonuna düşüyoruz hemen… Şartlara anında teslim oluyoruz… Aklımızı ve özgürlüğümüzü bile bile kaybediyoruz…
Latin ulusların, bu çıkmazdan kurtulmak, hatta diken üstünde bile olsa yaşamaktan zevk almak için söyledikleri şu sloganla bitirelim…
“Amor Fati…!”
Yani, her şeye rağmen kaderini sev!…